Nerede olursan ol …
“Yaşam sürekli bir şaşkınlıktır”. Şaşırma yeteneğini kaybetmiş bir zihin donuk, kendi içinde dolanıp duran, koşulların uyarısına göre mekanik tepkiler veren bir anlayış halidir: tepkisellikle tapınma-tutunma arasında salınıp durur. Her insan düşünme ve sorgulama potansiyeline (bil kuvve) sahip olarak doğar; bu potansiyelin yaratıma (bil fiile) geçmesi ancak onun farkındalıklı gayretleriyle olabilir.
Bunun için merak duygusu ve onun getirdiği şaşırma hali gerekir. Şaşırma hali, merak ve heyecanla beraber anlama tutkusu canlanır. İnsanlaşma, zihnin olgunlaşması bitimsiz serüvenini böyle yaşayabilir. Serüvendir çünkü yaşamın her dem tazeliği karşısında hazır cevabı yoktur, her zaman kendini bir bilinmeyenle karşılaşma olasılığına açık tutar. Elinde her şeye uygulayacağı hazır kalıplarla dolaşmaz.
Cesurdur, çünkü her zaman bir bilinmeyenle karşılaşabileceğini bilir. Eskimiş kalıplara tutunarak bunu sorunların anlaşılmasının sihirli bir formülü, her problemin çözümünün hazır kalıbı olarak görmez. Bunun için hiçbir zaman kendi kendinin önüne geçmez, kendine ilkeler ve yöntemler edinir, ama onu kendine hapishane haline getirmez. Bilinç bu haliyle asla kendi gerisine düşmez. Ancak kendi gerisine düşmemek kendi ötesine geçmekle olanaklı olabilir.
Bu geleneksel söylemle “her dem taze” olmaktır. Aslında varoluş her “dem tazedir”. Gariptir, hem varoluşta olup hem de varoluşu anlayabilen, onu dönüştürebilen, üstelik varoluşa aşkın olan insan “her dem tazeliğini” kendiliğinden fark etmeyen tek varlıktır. Bu durum diyalektik bir koşul; hem donup kalmak, zalim, yıkıcı, bencil olmakta; hem de tam tersine anlayışlı, paylaşımcı, her an yaratım olduğu hakikatine bağlı olarak hakkaniyetli, özgür ve özgürleştirici olmakta mümkündür.
Mümkün ama kendiliğinden kesin değil; bu, ancak bilinç ve irade sahibi insanın istemesine, gayretine ve eylemlerine bağlıdır.
Ne yaparsak yapalım verili potansiyelimizi ortaya koymuş oluruz, çünkü hazırda bir “kendimiz” yoktur. Neyi bilirsek bilelim kendi üzerimizden kendimizi biliriz, ne söylersek, ne yazarsak, ne yaratırsak hep kendimizi ortaya koymuş oluruz. Doğanın malzemelerini kullanarak, doğanın yasalarını bilip ona boyun eğerek ve bize verili olan yetilerimizi kullanarak.
Her eylem, her adım, her düşünce kendini ve dış dünyayı dönüştürme girişimidir. İnsana her ne kadar “kendi suretimde yarattım, ruhumdan üfledim, tüm isimleri bilme yeteneği ile donattım” dense de, bunların gerçek kılınması iradi bir eylemi gerektirir. Kendini bilmek, kendin olmak, başka kendilerle ve başka kendiler için yapılan her eylem ortaya bir irade koymaktır.
Ayrıca irade koymakla nesneyi sınırlayarak kendimin bilincine varabilirim. Böylece kendimi nesne üzerinde etkinlik göstermeye zorlarım ve kendimi gözlerim. İrade geleceğe yönelik bir öngörüdür, şimdide geleceği istemektir.
İrade ilimsiz olamaz: Eskiler (şimdi de taze olanlar) “ilim maluma tabidir, irade de ilme tabidir” demişler; bu kelam her dem taze olduğunu gösteregeldi. Son günlerde yaşadığımız acılar bu kelamın haklılığının kanıtı değil mi? Doğanın da, ekonominin de, yönetimin de yasaları var. Bu yasaları bilmek onların ilmidir.
Onarın ilmiyle onları kullanırsan senin için sadık bir hizmetkâr oluyorlar, uymazsan yıkıcı bir “zalim” oluyorlar. Doğanın zalimliği de aslında masumdur, çünkü o alan zorunluluk alanıdır, özgür iradesi yoktur, haklı-haksız diye bir yargıda bulunamaz, kendi yazgısına hep bağlı kalır. Onun için “doğa zorluk çıkarır, ama kalleşlik yapmaz” denmiştir.
Bilimsellikten uzak bir irade gerçeklikten kopuk demektir. İlmin olmadığı yerde kaçınılmaz olarak öznelliktir, keyfiliktir; varacağı yer “ilah edinilen nefs”dir.
… Hep kendinde kal.
Mustafa ALAGÖZ
Şubat 2023