Oturdum modern zamanların ‘post’una bir masal dokudum. Yükleyip mavi kuşun kanadına yollasaydım iyiydi ama “Twitter”ımız yoktu. Dokurken masalı bir türkü tutturdum, “twitine twitine bandım bedava mı sandın kafa verip aldım” diye. Türküyü mü dinlersiniz masal diye, masalı mı okursunuz türkü diye… Zamanlardan bir zaman, gecelerden bir gece yan yana geldi pek çok hece. Onlar yan yana geldi birlik oldu, okuyana sordu bir bilmece…
Bir delinin attığı taşı kırk akıllı çıkarmaya çalışmış kuyudan, bir akıllının attığı taşı kırk kim çıkarır ki hayattan?
Uyuyama-salla-dığım gecelerden bir gece bir masal girdi rüyama. Hiç sormadı girmek için. Rüyalarım ‘açık kaynaklı’, isteyen girebilir diye ben de sormadım. Hiç bir masalla doğrudan karşılaşmamıştım. Hep birileri onu ya yazdı ya da anlattı. Bu kez geldi o kendini anlattı.
Bir varmış bir yokmuş. Hem azmış hem çokmuş. Hem her yerde hem hiç bir yerdeymiş. Her yerdeyken yerde, hiç bir yerdeyken gökte. Her yerdeyken herkes onu, hiç bir yerdeyken o herkesi duyarmış. Kiminin dilinde, kiminin düşünde, kiminin düşüncesinde, kiminin de kalbindeymiş.
Aslında o da düşmüş, düşerken tüm hayalleri giymiş. Dünya düşerken ona da hayalleri giydirmiş. Düşle dünya, dünyayla hayat, hayatla masal bir biriyle buluşmuş, hepsi biraz bir birine bulaşmış.
“Eee! Anlat bakalım. Başka ne var ne yok?” dedim.
“Kendimden başka ne anlatabilirim ki?” dedi
“ Kendini anlat o zaman ama hayat kadar olmasın” dedim.
“Aslında hayatın anlattığı da benim” dedi.
“Beni masal diye dinlersen masal olurum, hayat diye dinlersen ayna olurum. Aynaya bakan kendini görür, kendine bakan kendini bulur.” Dedi, sonra devam etti “Aynanın arkasına bakan dünyayı görür, dünyaya bakan görmek istediğini görür. Seç, beğen, al, ne istersen o var bende. Olmayanı da sen ekle.” Dedi, bir ayna koydu önüme.
Baktım, baktım, baktım aynaya. Orada duran da bana baktı. Ne ben kendimi gördüm ne kendim beni…
“Görüşelim” dedim aynadan bana bakana,
“görüşelim” dedi,
“Buluşalım” dedim,
“beklerim” dedi.
Sonra içinden geçtim arkasına baktım. Bir de ne göreyim. Hayal meyal bir yol. Uzun mu uzun, ince mi ince. Gidersen bitmez, bitersen gitmez bir yol. Ben diyeyim bir hayat boyu siz deyin bir arpa boyu. Arpa dediğinin boyu ne ki? Kimi için sonsuz bir düş, kimi için tek bir nefes. Durduğum yer yolun başı mı sonu mu belli değil. Döndüm baktım ne eşikte biri var ne beşikte biri sallanır. Anladım ki bu masal başka masal. Ne elinde kaşağı olan babam var, ne elinde maşa olan annem. Ne kovalayan var, ne kaçan. Ne bir beşik var uyusun diye dünyayı sallayan, ne uyuyan var uyansın diye dünyayı kollayan. Ne develer var, ne pireler. Devler var aslında dev değil cüceler var aslında cüce değil. Prenses var babası kral değil, Kral var ülkesi yok. Cadı var elması yok, elma var tadı yok. Bir var bir yok. Bu nasıl masal? Msal var masal değil. Olur mu olmaz mı bilemedim. Olanı bir yanıma, olmayanı öteki yanıma aldım hayal yoluna attım bir adım yürüdüm.
Yürüdükçe yürüdüm, belki karşıdan biri gelir de sorarım dedim.
Tam ben bunu düşündüm karşıdan biri gelmekte, yaklaştı sordum;
“bu yol nereye gidiyor?”.
“Kendin olma ülkesine” dedi.
Geçtiğim yolu gösterdim, “bu yol nereden geliyor?”
“kendin olmadığın yerden” dedi.
“Sen kimsin?” dedim.
“Masal” dedi.
Geçen gece rüyama giren masaldı sanki.
“Gece rüyama giren sen miydin?” diye sordum.
“Ben senin rüyana girmedim ki, sen de kendi masalını görürsün uyuyan herkes gibi” dedi
“Bu yolda hep seninle mi karşılaşırım?”
“kendin olma ülkesine ulaşamadığın sürece ya benimle karşılaşırsın ya kardeşim ‘hayalle’. Bir de biz bile olmayan ‘mayal’ yoluna çıkabilir” dedi.
“Mayal ne?” dedim.
“Ne Masal ne hayal, İkimizden de nasibini almamış, arada kalmış taklitçi bir yalancıdır. Seni kandırır ama senin kendini kandırdığından daha fazla değil” dedi. “Bazen bana benzetir kendini bazen kardeşime. Bana inanırsan yolda durursun, kardeşime inanırsan yolda olduğunu sanırsın, ona inanırsan yoldan saparsın“
“Yolda durmakla, yoldan sapmak arasında ne fark var ki?” dedim.
“Yolda durursan tekrar yürüme ihtimalin var. Saparsan “geri dönmen” kaçınılmaz olur.”
“sadece yürümek istersem kime inanmalıyım?” diye sordum.
“gerçek kendine ya da kendi gerçeğine” dedi.
“Gerçek kendimi nerede bulurum ki?” diye sordum.
“Kendin olma ülkesine gitmelisin” dedi
“Oraya nasıl giderim?”
“Doğruya doğru dosdoğru yürü”
“Ne tarafa dosdoğru? ” diye sordum.
“Kendine doğru” dedi. Elime bir pusula tutuşturdu. Pusula garip bir pusula, nereye çevirsem hep kendimi gösteriyor mavi ucu.
“Sen benimle gelir misin?” diye sordum.
“ İstersen gelirim, istemezsen gülerim, dilimi doğru anlarsan sana rehberlik bile yaparım ama ‘kendin olma” ülkesine giremem. Ancak oraya kadar sana arkadaşlık ederim, yolda seni bekleyenleri anlatırım. Orada masal biter gerçek başlar. Sonrasında ancak o yol gösterebilir sana” dedi.
“Yolda ne bekliyor beni?”
“Sen ne bekliyorsan o” dedi
“Ben ne beklerim ki?”
“Bir bilsen sen bile şaşırırsın neler beklediğini, neler eklediğini, neler sakladığını” dedi.
Ne anlaşılmaz şeyler söyledikleri. Kafam karıştı. Beklemedim yürümeye başladım. O da benimle yürümeye başladı ama görünmesi daha zordu artık.
“beni görmekte zorlanıyor musun?” diye sordu.
“Evet” dedim.
“Buna alışsan iyi olur, yolda karşılaşacağın zorlukların yanında masal gibi kalır” dedi.
“Ne zorluklarla karşılaşırım?” diye sordum.
“ Korku vadisinden geçeceksin, arzular, istekler dağını aşacaksın, duygular labirentinden geçeceksin, düşünce okyanusunu aşacaksın, içinde devlerin cücelerin yaşadığı benlik ülkesini geçeceksin, pek çok sahte “kendin olma ülkesinden” geçeceksin, en son ama en zoru “işte aradığım yer burası” ormanındaki uykudan uyanmak gerekecek ki pek çok kişi hala orada uyumaktadır. Eğer uyanabilirsen “kendin olma” ülkesinin kapısına gelebilirsin. Ama dikkat et “son durak” düşüncesi seni hep orada tutabilir. Keşfedilmesi gereken koca bir ülke seni beklerken kapısında kalmak da var.” Dedi. Son söylediğini biraz kısık sesle söyledi ama duydum. Sonra yine kayboldu birden bire.
Yürüdüm, az gittim uz gittim, iki yaz bir güz gittim. Baktım karşımda bir ayna daha. Geçtim içinden önümde bir vadi belirdi. Korku kokusu kokunca burnuma. Burası korku vadisi olsa gerek diye geçirdim içimden ama hiç de korkutucu bir yere benzemiyordu. Yine de yerden elime bir sopa aldım ama sopada bir gariplik. Sihirli bir sopa mı diye düşünürken birden yılana dönüştü. Attım elimden hemen.
“Niye attın beni, seni korurdum” dedi.
“Kimden?” diye sordum.
“Kendimden” dedi. Sevimli sevimli güldü.
“Gelecekte seni neler bekliyor, bilmek ister misin?” diye sordu.
“Biliyorum” dedim.
“Neymiş” diye sordu.
“Ben ne bekliyorsam oymuş” dedim.
“Bunu kim söyledi sana?”
“masal” dedim.
“masal anlatmış sana. İnandın mı?
Masal gerçeği bilseydi masal olmazdı” dedi elime bir elma tutuşturdu.
Bir korku hissettim içimden ama bir anlam veremedim. Masala sorsaydım bu ne korkusu diye düşündüm, “gelecek korkusu” dedi, yanı başımda belirip. Geleceğin de korkusu mu olurmuş, gelecek nasılsa gelecek diye geçirdim aklımdan.
“Olur” dedi masal,
“pek çok kişi bu vadiden geçemeyip geçmişte kalmaya karar verdi. Bu vadi ve sonraki aşılması zor gibi görünen engeller hep senin “kendin olma” ülkesine gitme niyetini sınarlar. Sana bir sır vereyim mi?” diye sordu. “Eğer her hangi bir engelde çok zorlandığını hissedersen, elmaya değil olmaya bak” dedi.
Masalı anlamak da anlatmak kadar kolay değilmiş diye düşündüm.
Yürümeye devam ettim, bir derenin kenarına geldim karşımda bir prenses deredeki kurbağaları öpmekte. Bir prenses ama nasıl güzel, nasıl güzel. Bir de güzelliği kadar gülümsemesi var. Korku vadisinde olduğumu unutturacak kadar. Böyle güzel birinin burada ne işi var diye düşünürken, “Seni bekliyordum” dedi,
“birinin gelip beni buradan kurtaracağı günü beklemekle geçti günlerim.
Beni de yanına al gideceğin yere beraber gidelim” dedi.
Beni tanımadığı halde neden beni bekliyor ki? Çok garip diye düşünürken elimden tuttu, el ele tutuşup yürümeye başladık birlikte. Yürüdükçe daha ısındım ona, yürüdükçe daha yakınlaştım, yürüdükçe daha alıştım.
Tam ‘bir prens gelip de onu benden alır mı? Bir de prensesin elinden kurtarıldığı canavar durumuna düşmesem’ düşüncesi aklımdan geçiyordu ki, “poffff!” birden yanımdan kayboldu. Her yana koştum onu bulmak için, aradım uzunca, sonra oturdum ağladım, bağırdım gel diye, çağırdım dön diye. Ne gelen oldu ne dönen. Beklemeye başladım. Ben diyeyim bin yıl siz deyin bir an. Derken masal çıkageldi, durumu anlattım.
“Ne bekliyorsun?” dedi
“geri gelmesini” dedim.
“farkında mısın? O değil ama sen geri geri geliyorsun” dedi.
“Nereye gitmiş olabilir?” dedim.
“Kaybetme korkusu almıştır” dedi.
Gideyim elinden kurtarayım diye geçti içimden.
“Kendinle kavga etmen gerekecek” diye seslendi masal, “vaz geç, beklemekten de kavgadan da prensesten de, kendini de yolunu da kaybetmek var işin ucunda”.
“Bana masal anlatma” dedim kızgınca. “Prensesi görseydin böyle demezdin.”
“Prensesi görmediğimi nerden çıkardın ki? Bütün prensesler benim içimden geçerler. Hem ilk karşılaştığımızda sadece kendimi anlatırım demiştim ya! Niye kızdın ki?”
“Korku vadisinin başında karşılaştığım yılan, masal sana masal anlatmış, gerçeği bilse masal olmazdı demişti, nasıl inanayım ki sana?” diye söylendim.
“Fena mı? Gerçeği duyma korkunu hafifletiyorum, masalların gerçekten söz etmediğini kim söyleyebilir ki? Gerçeğin tutunamadığı yerde masal, masalın tutunamadığı yerde hayal, hayalin tutunamadığı yerde mayal. … Yalanı gerçek bilince insan, masalı da masal diye dinler tabii. Masal dediğin gerçeğin pamuk şekerli halidir belki de. Gerçeğin tadı herkesin hoşuna gitmez ki bazen ben onu tatlandırırım, bazen o beni ” Dedi ve yine ortada kayboldu.
Mavi pusulama baktım, kendimden biraz sapmışım. Yürüdüm vadi boyunca, bir sürü korkuyla karşılaştım, hepsi de “beni tanıdın mı?” diye sordu. Çok saçma bazılarını tanıyamadım ama pek çoğunu tanıyormuşum gibi geldiler. Tanıyor gibi gelince hepsine de gülümsedim, elimi uzattım “merhaba” dedim. Gülümseyince duman gibi dağılıverdiler. Tam vadinin çıkışına yaklaşıyordum ki bir anda önümde kocaman, karanlık, şekli sürekli değişen, asık suratlı korkunç bir devle “yüz yüze” geldim
“Dur” dedi. “Beni aşmadan buradan çıkamazsın”
Belki işe yarar diye ona da gülümsedim, “bana mısın demedi” hala orta yerde dikilmekte, titrememe engel olur diye zoraki bir kahkaha bile attım, hala orada. Sonra yüksek sesle şarkı söyledim işe yaramadı. Zaten titrerken şarkı söylemek çok komik oluyormuş.
“aşmasam da yanından dolanıp gitsem” diye sordum.
“Yine de beni karşında bulursun, kaçmak mümkün değil” dedi. Sonra, “benden korkuyor musun?” diye sordu.
“Evet” bile diyemedim hala titrerken, kafamı salladım öne. Biraz daha büyümüş gibi geldi bana, ya da ben küçüldüm.
“neden korktuğunun farkında mısın?” diye sordu.
Ne zor soru. Bilsem korkar mıydım. Sustum.
“hadi geri dön kendin olmayan yere, korkuyu aşamayan gerçeğe ulaşamaz” dedi.
“ben gerçeği aramıyorum ki, kendimi arıyorum, seninle işim olmaz” dedim sarı titrek bir sesle.
“yaşamayan birisinin ölümden korkması, gerçeğe kör birinin kendini araması ne garip” diye söylendi kendi kendine.
“Sen daha önce karşılaştığım korkulara benzemiyorsun, sen kimsin?” diye sordum.
“Ben tüm korkuların annesiyim” dedi.
Sonradan fark ettim, vadi boyunca karşılaştığım bütün korkular onun arkasında hala durmaktalar. Sonra biraz soğuk, biraz boğuk bir sesle “ben ölüm korkusuyum” dedi.
Biraz önceki titreyerek şarkı söylediğim görüntü geldi gözümün önüne bu sefer gerçekten güldüm. Gülünce yüzü değişti, şaşkın şaşkın bana baktı.
“İlk defa biri beni gördüğünde gülüyor. Neden gülüyorsun?” diye sordu.
“kendime” dedim, “sence de çok komik değil miyim?
“kendisiyle dalga geçen birini hangi korku korkutabilir ki?” diye mırıldandı. Korkunçluğu azalmış, şaşkınlığı artmış bir biçimde bakakaldı.
Ben de ona baktım, gözlerinin içine ve “seni gördüm” dedim. Der demez küçülmeye başladı.
“Sence ölmek, kendin olmamaktan daha korkunç olmasa gerek, değil mi” diye sordum, “karşılaştığımızda beni anlayacağını biliyordum. Şimdiye kadar kimse beni görmek istemedi, kaçtı. Ben aslında kendine giden yolcuların gerçekle karşılaşma korkularını anlamalarını ve aşmalarına yardım ediyordum” dedi.
Anlaşıldığını anlayınca biraz daha küçüldü, çocukken seyrettiğim sevimli hayalet gibi göründü gözüme, “seni çok sevdim, ama kokuna da, korkuna da ihtiyacım kalmadı, yolum çok uzun, şimdi ayrılma vakti teşekkür ederim, haydi bana müsaade” dedim, el salladım yürümeye başladım.
Rengi pembeye dönüştü, “korkusu ölümden daha fenadır” dedi ve kendi kendine dağılıverdi.
Baktım ileride vadinin çıkışı görünüyor oraya doğru koştum, içimi bir hayat sevinci kapladı ki koşmak değil uçmak gibi. Az uçtum uz uçtum, dere tepe düz uçtum, karşımda bir ayna daha, uçtum içinden geçtim.
Korku insanı çok susatıyormuş, bir çeşmenin başına geldim, kana kana içtim suyundan. Sanki “hayat suyu” içtikçe kendimden geçtim, “suyuya” kalmışım.
Uyandım ki sanki bin yıl geçmiş, başımda biri beklemekte.
Sordum “sen kimsin?” diye,
“sen” dedi.
“Ben kimim?” diye sordum
“ben” dedi.
“Aç mısın” diye sordu. Acıktığımı söyleyince daldan bir ekmek kopardı yedi. O yedi ben doydum, yarısını bana verdi “tokum” dedim kayboldu. Çok şaşırdım bu işe, kalktım yerimden başladım yürümeye, baktım şaşkın biri gelmekte.
“Çok şaşırdım bu işe” dedi.
“Sen kimsin?” diye sordum,
“sen” dedi.
“Ne kadar çok ben var” diye geçirdim içimden.
“ooof of! Bu kadar benle nasıl baş ederim ki?” diye söylendi, kafasını kaşıdı.
Ben kendimi sadece bende sanırdım meğer her yerde benmişim. Çıktım bir ağacın tepesine, “heeeeeyyyyy!” diye bağırdım, “ben buradayım, gelin buraya” bir baktım her yandan bir sürü ben bana geliyor. Bazıları dev bazıları cüce, bazılarını ben bile tanıyamadım. Bazılarının üstü başı kir içinde bazıları “en büyük ben başka büyük yok” demekte ve birbirleriyle kavga etmekte. Önce kavga edenleri ayırayım dedim, sonra kirden yüzü görünmeyenleri temizleyeyim, ama baktım tek tek uğraşmak çok zor, bende aralarında kalacakmışım gibi geldi. Sonra tuttum bunları hepsini bir araya getirdim, attım bir kazana yoğurdum, yoğurdum tek bir ‘benek’ yaptım, üstüme giydim. Sonra hızla koşmaya başladım. Az koştum uz koştum, bir tepe yarım düz koştum. Üstümde “benlerce” ağırlık varken koşmaktan ‘yoğruldum’, yürümeye başladım, sonra yürümeyi de bıraktım sürünmeye başladım. Tam da “acaba vaz mı geçsem” derken baktım karşımda bir vestiyer bana doğru geliyor, yanında aynası. Giydiğim benleri çıkardım vestiyere astım, döndüm aynaya baktım sadece bir-ben kalmışım, geçtim aynanın içinden.
“aman efendim, bizde sizi bekliyorduk gözlerimiz yollarda kaldı, tanrı sizi başımızdan eksik etmesin, çok mutlu ettiniz bizi, hemen emir vereyim bir şölen düzenlensin gelişinizi kutlayalım” diyerek yerlere kadar eğilen, dalı ayrı kavuğu ayrı oynayan bir dalkavuk karşıladı beni.
“Dileyin bizden ne dilerseniz” dedi.
Demesiyle her yerden dans eden insanlar çıktı.
“Emrinizdeyiz dileyin bizden ne dilerseniz” dediler.
“Burası neresi?” diye sordum.
“Aman efendimiz, o nasıl soru, burası tabii ki sizin krallığınız, biz de binlerce yıldır sizi bekleyenleriz” dediler.
Herkes kralımız deyince, e! O kadar kişinin bi bildiği vardır deyip kral olmakta gecikmedim. Kral olmak da çok kral bir iş diye geçirdim aklımdan, “acaba burası mıdır kendin olma ülkesi” diye düşündüm.
Sonra “madem kralım bir sarayım olmalı, sarayın içinde bir prenses olmalı o halde prenses nerede” diye sordum.
“Sarayınızda sizi beklemekte” dediler.
Eğlencenin, şenliğin, şölenin arasından geçip saraya geldim. Saray saray değil bir dünya yavrusu, gez gez bitmez. Değil bir kral bin kral gelse hepsine saray olur. Kapıda hizmetkarlar, soylular, soytarılar, kahinler, askerler, baş vezirler, boş vezirler, iç vezirler, aç vezirler, hekim başılar, hakim başılar, hazineci başılar, aşçı başılar, işçi başılar, dışcı başılar, ne başı olduklarını, ne işe yaradıklarını bilemediğim pek çok görevli, onlardan daha da kalabalık görevsizler karşıladı beni. Hepsi yerlere kadar eğildiler. Sonra “kral dairesine” götürdüler. Hepsi karşımda el pençe divan durmakta. Sağa döndüm herkes sağa hareketlendi, sola döndüm sola. Aklıma verecek emir gelmedi, bari gideyim de sarayı dolaşayım diye ayağa kalktım kenara çekildiler.
O anda kapıdan prenses girdi içeri. Bir prenses ki pamuk prenses onun yanında “kainat çirkini” kalır. Görünce nefesim kesildi, nefsim açıldı. Dilim tutuldu, kalbim yerinden kurtuldu.
“ülkenize hoş geldiniz efendim” dedi gülümsedi, selam verdi. Selam verirken göğüs çatalı göründü. “Kalbim ego da kaldı” şarkısı döküldü ağızımdan. O ne ses, sanki “birenses”, o ne güzel gülümseme, sanki gül bahçesi, o ne bakış, sanki nakış. Efendim diyen dillerini severim senin. Kendin olmak da buymuş işte! Bundan daha iyi kendim mi olurum? Ne başka kendime ihtiyacım olur ne kendi başkama.
“artık ‘son-size’ kadar mutlu yaşarız” dedi.
Bir şey söylemek istedim sesim çıkmadı. Hayran hayran seyrettim prensesi, ülkemi, halkımı. Her şeye sahiptim, her şey de bana. Her şeyi yönettim, her şey de beni. Yönetmekten yönümü şaşırdım. Tadı kaçıncaya kadar tadını, suyu çıkıncaya kadar suyunu çıkardım bu durumun.
Hayranlık hali geçmeye, hayvanlık hali azalmaya, alışkanlık hali artmaya başlayınca “benim ülkemin adı ne?” diye sormayı akıl edebildim günler, haftalar belki de daha uzun bir zaman sonra. Söylediler ama söylediklerini duyamayacak kadar uçan halimden de uçan halımdan da pek memnundum.
“Burası Mayalistan” dedi bir ses.
“Ha! İyi” dedim.
Bir kulağımdan girip tam öteki kulağımdan çıkarken dedikleri aklıma takıldı. Baktım masal yanı başımda durmakta. Bu masal nasıl girdi benim olduğum ülkeye? Hani buraya giremezdi? Girebildiğine göre? Yoksa? Yoksa? … pusulama baktım benden başka her yeri gösteriyor. “Nöbetçileeer” diye seslendim. Masal kaybolmaya başladı, masal masal.
“Bana vezirlerimi çağırın” dedim. Vezir vezir koşuştular huzuruma, “huzur ol” da beklemeye başladılar.
“söyleyin bana, ben kimin efendisiyim?”
“herkesin” dediler.
“her-kesin mi?” diye sordum.
“kesin” dediler.
“bunu nereden biliyorsunuz?” dedim.
“esin” dediler.
Estim, gürledim. “sin”diler.
“peki kendimin nesiyim?” diye sordum.
Başlarını öne eğdiler bu kez ‘huzursuzda’ durdular.
Karşımda daha fazla “vezir” olmamak için aralarında en “başlısı” korkusunu azad etti, “in” dedi. Anlamadım,
‘şah’ dedi.
“İnersem oraya! ne olur?” diye sordum.
“İn-san” olursunuz,
“çıkarsam ne olur?” diye sordum,
“mat” dedi.
İndim tahtımdan çıktım şehrin meydanına. Yolda her gördüğüm eğilip selamladı beni. Her gördüğüme, hor gördüğüme, zor gördüğüme, dar gördüğüme, var gördüğüme, herkese sordum. “Herkesin, her şeyin efendisiyim, peki ben kendimin nesiyim?”,
kimse cevap vermedi.
Vardı da mı vermedi, zordu da mı vermedi bilemedim.
“Kim bilir bunun cevabını?” dedim.
“siz bilirsiniz” dediler hep bir ağızdan.
Efendilerinin istediğini vermemek olur mu?, bu nasıl efendilik?, bu nasıl krallık? Krallık krallık değil sanki kiralık.
“Çabuk bana cevap vericileri verin, bulucuları bulun, bilicileri bildirin” dedim.
Ben ne dediğimi bilemedim ama herkes kralımız krize girdi dediler. Sinir krizleri, kriz sınırları derken kendimi kaybetmişim.
Bindim bir ‘kayıba’ çektim kürekleri. Kayıp kayıp dolaştım her yanı
Kendi olmayan kendini kaybeder mi? Çıktım krizden, üstümdeki krizlerin kalan izlerini de silkeledim.
Sordum yine,
bilse bilse, krallığın dışında çok çok uzak ormanda yaşayan bilici bilirmiş, onu bulmak gerektiğini söylediler.
Yalnız bilici her şeyi bilirmiş de krallığın yolunu bilemezmiş, çaresiz ben biliciye gitmeliymişim. Bu nasıl bilici? Yolu bile bilmez. Ben gittim çaresiz. Gittim ama ne az gittim ne uz gittim. Dere tepe de düz değildi. Nerede görülmüş derenin düzü tepenin yüzü. Girdim bir ormana, bu nasıl bir orman? ben diyeyim bir ülke, siz bir şey demeyin.
Ormanın girişinde tek yönlü bir yol ama gidersen ‘gidiş’ dönersen ‘dönüş’ gösteriyor.
Tabelanın üstünde bir yazı; “üstündeki her şeyi çıkarmadan giremezsin” yazıyor.
Şaştım bu işe. Önce tacımı çıkardım bir adım attım kafam görünmez bir duvara çarptı.
Tabela dile geldi “üstündeki her şeyi çıkarmadan giremezsin” dedi.
Kaftanımı, dış elbiselerimi, iç elbiselerimi, takılarımı çıkardım, ‘dona’ kaldım. Bir adım daha attım, kafam yine duvara çarptı.
“Üstündeki her şeyi çıkarmadan giremezsin” dedim ya!
Tabela tabela değil bir ta-bela, her şeyi biliyor, her şeyi görüyor.
“gördüğün gibi üstümdeki her şeyi çıkardım” dedim görünmez duvara doğru.
“Krallığını da çıkar” dedi.
“Ölürüm de çıkarmam” dedim.
“Zaten ölmeden çıkaramazsın” dedi.
Krallığı üzerimden çıkarmam uzun sürdü, çektim kılıcımı kralla savaştım, ben diyeyim on yıl siz deyin son yıl, ‘öldüm öldüm, dirildim’, vazgeçip savaşmaktan kılıcı elimden bırakınca krallığı da bırakmışım. Bırakınca kendiliğinden çıktı gitti. Onu çıkarınca altından çıkarılacak bir sürü şey daha çıktı. Meğer ne kadar çok şey birikmiş krallığın altında. Onlar krallığı çıkarmak kadar “uzunzor” sürmedi. Nihayet görünmez kapı açıldı önümde.
Daldım içine ormanın çiçekleri ağaçları gülümsüyor gibiydi. Canın ne çekerse ağaçta yetişiyor. Biraz giysi düşündüm, giysi ağacı hemen giysi verdi bana, acıkmışım yemek ağacı tadına doyulmaz yemeklerini sundu. Havası hava gibi, suyu su gibi, iklimi anne gibi sarıp sarmalıyor insanı. Kuşları aklından ne müzik geçse onu söylüyorlar. Dereleri kristal, çiçekleri canlı. Ne istesem, ne istemesem mümkün bir yer.
Yürüdüm, her şey şarkı söylemekte,
“do” sesi veren pembe bir “muz” kaçtı ağacın arkasından,
“fa-re, fa-re” sesi çıkaran bir kuyruklu ambulansı geçti “sol” taraftan,
“mi-si, mi-si” bir kedi kovaladı onu,
“si” sesi veren bir “inek” uçtu tepemden.
Bütün notalar canlandı, derken her şey dans etmeye, şarkı söylemeye başladı. Ne eğlenceli, ne neşeli, ne sihirli bir yermiş, sanki rüyadayım. İstemene bile gerek yok, ne düşünsen anında oluyor, ne hayal edersen mümkün. “Ol” de olsun, “dol” de dolsun.
“Oh be! İşte aradığım yer burasıymış” dedim.
Der demez uyku bulutları bir uyku yağdırdı üstüme, bir uyku yağdırdı yüzyılların uykusu bir anda içime doldu sanki. Gözüm kapandı, aklım kapandı, gönlüm kapandı. En yakın yatak ağacının verdiği yatağa uzandım, uzanmamla uyumam bir oldu mu? haberim bile olmadı.
Rüya alemi sardı her yanımı. Rüyada da aynı ormandayım. Rüya mı gerçek mi anlaşılmaz. Anlaşılırsa yaşanmaz, yaşanırsa doyulmaz bir rüya. Hem sardı hem hoştu. Sar-hoş sar-hoş dolaştım zamansız. Zamanlardan bir zaman sonra masal girdi rüyadaki rüyama usulca-masalca. Hiç sormadı girmek için, ben de sormadım.
“Ee! Ne var ne yok” dedim ,
“ne olsun tekerlenip gidiyoruz, şekerlenip dönüyoruz işte!” dedi.
Garip, rüyama masalın girmesi, sanki bu anı hatırlar gibi oldum. Bir ayna uzattı bana, baktım aynada rüya gören birini gördüm.
“Rüya uyanıkken mi görülür uyurken mi?” diye sordum.
“Uyanıkken örülür, uyurken görülür,” dedi.
Rüya gören kim? Aynadaki mi? Aynaya bakan mı? Diye düşündüm,
“aynaya bakan kendini görür” dedi.
O zaman uyandım aynadan. Aynada uyuyan da uyandı.
Baktım geriye, geri dönülmez akşamın ufku gelmekte yavaş yavaş.
Tam zamanı deyip çıktım ormandan.
Yürüdüm, yürüdükçe ayıldım, yürüdükçe kendime geldim, yürüdükçe kendimi geçtim bir ayna daha çıktı ama ayna gibi değil, baktım kendim yok aynada. Ölmüşüm. Aynanın içinde başka bir ayna sadece bir birine bakmakta sonsuzca. Kafamı uzattım iki ayna arasına, sonsuzda kendimi görünce dirildim. Bir kapı açıldı içimde. Kapıda kendim karşıladım kendimi.
“Kendime hoş geldim” dedim.
“Çok beklettim mi” diye sordum,
“ne zamandan beridir kendimde değildim?”, …
“Burada zaman yok ki, aslında hiç buradan ayrılmadım, bir düş gördüm, sanki kendi düşümdü. Ben düştüm her şey düştü, ben düşündüm her şey oluştu, ben oldum her şey buluştu” dedim kendime. Baktım masal uzaktan el sallamakta, ben de ona el salladım.
“Yine duyuşacak mıyız?” diye seslendim.
“Dilersen duyuşuruz ama yolda değil, ‘an’larsan an’da, dinlersen dün’de” dedi.
Bu kez söyledikleri garip gelmedi, önce ‘an’ımsadım, sonra ‘an’ladım. Pusulaya baktım, tüm yönler bitmiş. ‘Hiç’ bir şeyi gösteriyor.
“Artık ihtiyacım kalmadı al pusulayı” dedim, dememle pusula kanat açtı kuzeye göçtü.
Aldı pusulayı geriye döndü.
Dönerken de, “kapıda kalma, içeri buyur” dedi.
İçeri baktım, derine aktım. Aktıkça olanı sildim, olmayanı bildim. Gördüklerimi, çözdüklerimi, süzdüklerimi dışarıya nasıl anlatsam bilemedim.
Bir günlük mü yazmalı, bir ömürlük mü?
Bir sözlük mü yazmalı, bir ‘Öz’lük mü?
Yoksa yazıp, ‘bir varmış bir yokmuş’ diye başlayan hikayemi masalın sırtına yüklemeli, kendimde olanı, kendi olacaklara göndermeli mi dedim.
“Masalı bitir, sen de rahatla dünya da rahatlasın” dedi öğretmenim.
Yazdım gönderdim, İradesiz -Taahhütsüz. Yine de sonuna bir değil üç nokta koydum. … O iki noktayı anlamak da size düştü.
Ben bir masal uydurdum masamda, salladım kafamda.
Bu masalı “masallasamda mı saklasam, masallamasamda mı saklasam. Sallasammasamdanmasallasam, sallamasammasamdansallasam” dedim sallanırken salıncakta. Duyan duydu, duymayan dünyaya uydu.
Duydum duymasalladım demeyin.
Ben bir masal salladım kimini dizlerimde kimini sözlerimde.
Dinlerseniz dinlenirsiniz, dinlemezseniz siz bilirsiniz.
Saldım orta yere, yerden yedi masal çıktı, masaya yedi elma koydu. Yiyen yedi masal oldu, yemeyen dinledi yalan oldu.
Biz rüyadan uyandık çıktık sonsuzun kerevetine, darısı diğer uyuyanların tepesine. …
Levent KENTER – 12 Kasım 2015
Seslendiren: Turgut Bekişoğlu
Fon Müziği: Aykut Gürel Presents Bergüzar Korel, Aldatıldık – El Gibi