Kadınların kendini ifade etme, duygularını paylaşma, beklentilerini cesaretle dile getirme becerilerine her zaman hayranlık duydum. Duygudaşlık (empati) konusunda da erkeklere göre çok daha ilerde ve istekli olduklarından hiç kuşkum yok. Belki de fiziksel dezavantajlarını kapatma ve hayatta kalabilme adına binlerce yıldır annelerin kızlarına aktardığı bir genetik sır bu; uzak duracağın ya da yakınlaşabileceğin kişileri önceden, sana zarar verebilecek bir ilişkiye girmeden ayırt edebilme, karşındakinin duygularını sezip, kendini koruyacak önlemi alabilme yeteneği… Bu genetik sırrın üstüne, annelerin kızlarına verdiği şöyle dört de öğüt olabilir mi; “Kızım! Vücudunu sev, hata yapmaktan korkma, güçlü bir kadın ol, hayatını sevgiyle doldur…“
Bana söyler misin; deneyimlerden ders çıkarma, hata yaptığını anlama ve tekrarlamamaya çalışma, yanlış anlaşıldığını fark etme ve kalp kırmadan doğrusunu anlatma yolunda bu yetenekler ve öğütler kadınlara bir avantaj sağlıyor mu? Sorumu şöyle sorayım; kadınlar, egoyu alt etme konusunda daha mı şanslı? Keşke her “Ego”, Özdemir Asaf’ınki gibi şiirsel olsa;
Son kadeh içilmiş,
Son söz edilmişti.
Bir düşünce sardı hepsini…
Bir hatıra,
Bir hırs,
Bir kıskançlık,
Bir yanıltı,
Bir kardeşlik,
Bir yanlışlık,
Bir kin,
Bir ümid;
Bir şey…
İnsana ait. (1)
Bugünlerde sıkça, “çuvaldızı da kendine batırmak” gerektiğini duyar oldum. Yani iğne yetmiyormuş, kabahati hep kendinde aramalıymışsın. İş hayatında, “müşteri haklıdır”, “müdür haklıdır”, “iş arkadaşın haklıdır” falan derken, zaten kala kala sen kalıyorsun ortada, her şeyin sorumlusu olarak. Bir de, “etrafında olan biten her şey senin kurgunla gerçekleşiyor, olumsuzlukları da sen yaratıyorsun” rüzgârı esiyor maneviyattan. “Ama…” diye savunmaya geçtiğinde, “şimdi sen değilsin konuşan, egonu bir kenara koy” diyorlar. Gerçekten egoyu rafa kaldırmak şart mı? Güllük gülistanlık, her dem yeşil bir dünyada, hep mutlu, güleç insanlarla çevrili yaşamadığına, yani olumsuzluklarla karşılaşma olasılığı da olduğuna göre, hep kendinde kabahat, eksiklik aramak ne kadar sağlıklı? Erol Evgin, “Bende mi Kabahat” şarkısında ne diyordu?
Bende mi acaba
Bende mi kabahat
Böyle mi geçecekti
Böyle mi bu hayat
Sende mi acaba
Sende mi kabahat
Ayrı mı geçecekti
Ayrı mı bu hayat (2)
Sorumluluğun kendinde de olabileceğini kabul ederek, daha iyiye, daha güzele ulaşmak yolunda çaba harcamaktan kaynaklanan, “dünya ile barışık olma” halinden değil, kabahati sürekli kendinde aramanın yaratacağı “eksik ve beceriksiz, hatta değersiz olma” duygusundan bahsediyorum. Yoksa bu da mı egonun zihinde yarattığı bir yanılsama? Yoksa kendinde ya da karşındakinde aranacak kabahat diye bir şey olmadığına mı inanmalı? Yoksa “ne sende, ne bende; kabahat evrende” mi demeli? Bana hiç bakma! Ben bir garip ademim… Belki de şarkılar suçludur, kim bilir?
Güzelsen güzelsin; yok mu benzerin?
Goncadır ilk hali bütün güllerin.
Aklımda kalmazdı yüzün, ellerin;
Ah bu şarkıların gözü kör olsun! (3)
Bu suçluluk duygusunu ruhuna yamamak isteyenlerden sıkılmadın mı? Her günün sonunda, “Bugün her şey normal gibiydi; acaba neleri yanlış yapmış olabilirim?” muhasebesi ile baş başa kalmanı isteyen, ama aslında kendi hesabını sana ödetmeye çalışanlar, sana neyi öğretmek için hayatına girmiş olabilir? Kendine, “Ben insanım; en değerli varlığım…” demeyi bile çok görmene neden olanları etrafından nasıl uzaklaştırabilirsin? Annenden öğrendiklerini bana da söyler misin? Yoksa onları yalnızca kadınlarla mı paylaşıyorsun? Kayahan’ın dediği gibi, bilmek istiyorum;
Allah’ım, neydi günahım?
Ah bir anlasam;
Ben nerde yanlış yaptım? (4)
Peki! Ya haklı olan sensen? En azından şunu söylemeye hakkın yok mu; “Hiç kimsenin beni üzmesine izin vermeyeceğim, en sevdiklerimin bile. Ben istemedikçe kimse beni üzemez. Aman o üzülmesin, aman bu kırılmasın; nereye kadar?” Düşünüp, düşünüp, başına gelenlerdeki kabahatini bulamadığın durumlar için Kayahan’ı dinleyip, suçu başkasına atmak mümkün olsa keşke;
Bu kaçıncı çalınışı kapımın?
Bu kaçıncı; sen değilsin başkası.
Peşimde mazinin ayak sesleri…
Nelerden vazgeçiyoruz bir düşünsene!
Kırık kalpler üstüne kuruyoruz bir şey.
Bu kalleşlik, belki bana yakışmıyor, ama
Sarı saçlarından sen suçlusun. (5)
Yoksa, alma-verme dengesini kuramamaktan mı geliyor bunlar başımıza? Bir hanımefendi şöyle demişti bana;
İnsanlardan gelen taleplere, isteklere, ricalara karşı koyamıyorum. “Hayır” demeyi henüz tam olarak öğrenemesem de, yavaş yavaş alışmaya çalışıyorum. Ne kadar suiistimal ediliyordur, ne kadar kandırılıyorum bilemiyorum, ama insanları kıramıyorum, geri çeviremiyorum. Zaman zaman şüpheye düştüğüm oluyor, ama “kötü düşünmek istemiyorum” deyip vazgeçiyorum. Bu durumlarda uğraşırken, ego benim çevremde hiç dolaşmıyor, hep benden uzakta. Ben öyle düşünüyorum ama dışarıdan nasıl görünüyor bilemiyorum. Önemli olan da benim ne hissettiğim, ne düşündüğüm, öyle değil mi? İnsanların yaklaşımlarının hep çıkar için olduğunu anladığımda, ilişki, arkadaşlık, dostluk bitmiş demektir. Kaybeden ben değil, karşı taraftır diye düşünürüm. Çünkü benim hiçbir beklentim yoktur bu ilişkilerde. Ben sadece vererek mutlu olanlardanım.
Keşke karşındaki insanlar “önce vermeyi” gözetse, birlikte yaşanan anların yalnızca neşesini değil, hüznünü ve sorumluluğunu da paylaşmasını bilse, “egosunu rafa kaldırmış” olsa! Ama “yalnızca vererek mutlu olma” hedefi, aslında kimsenin sana bir şey vermemesi için de konulmuş bir sınır değil midir? Oysa alabilmek de çok güzeldir. Bu sevgi olarak gelir, huzur olarak gelir, sevinç olarak gelir, ya da madde olarak gelir, makam olarak gelir. Hiçbir karşılık beklemeden, beklenti içinde olmadan, çıkar gözetmeden, hoşgörüyle paylaşılan, sunulan, dile getirilen güzelliklerin sonunda sana sunulanları kabul etmemek, bunlar için şükretmemek olmaz. “Yaşam, verilenleri şükranla kabul etmek, verilmeyenler içinse bir beklenti içinde olmamak ve sendekini gönlünün dilediği kadar paylaşmaktır.” (6) Orhan Gencebay’ın da dediği gibi;
Al senin olsun bende ne varsa,
İstemem mutluluğu, senden uzaksa. (7)
Deneyimlediğin şu an, senin dışında, sana rağmen olmuyor elbette. Ama onu doya doya, sindire sindire yaşamak varken, kendinde ya da bir başkasında kabahatler arayarak ıskalamak niye? Bir şeylerin kaçıp gittiği duygusunu sen yaşamıyor musun? Murathan Mungan “Otuz Yaş” şiirinde uyarıyor bak;
Daha vakit var diye
Dönüp de bir gün
Kaldığımız yerden, hepsini birden
Yaşarız sandık
Oysa emanetmiş bizim sandıklarımız.
İçlerinde kilitli kalmış onca şeyle
Günü geldi
Aldılar (8)
Şimdi, yazdıklarımı okuyup da, bunu bir umutsuzluk yazısı zannetme! Uyandığın şu sabahın, bugüne kadarki en güzel günün sabahı olduğuna inancını sakın kaybetme! Cahit Sıtkı, “Tamam, her şeye razıyım; yeter ki…” diyor, “Gün Eksilmesin Penceremden”;
Ne doğan güne hükmüm geçer,
Ne halden anlayan bulunur;
Ah aklımdan ölümüm geçer;
Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.
Ve gönül Tanrısına der ki:
— Pervam yok verdiğin elemden:
Her mihnet kabulüm, yeter ki
Gün eksilmesin penceremden! (9)
Bana iyi gelecek, beni mutlu edecek her davranışa, her güzel söze kalbim, gönlüm açık. Seni seviyor ve fikrini merak ediyorum. Söyle! Sevgiyle kabul ederim…
Nedim Birol YÜRÜTEN
Kuşadası, Ağustos 2019
ALINTILAR:
- Asaf, Özdemir, “Ego”, “Çiçek Senfonisi”, Yapı Kredi Yayınları, 2008
- Evgin, Erol, “Bende mi Kabahat?”, “İşte Öyle Bir Şey”, Ronnex, 1977 (Söz: Çiğdem Talu, Beste: Melih Kibar)
- Müren, Zeki, “Ah, Bu Şarkıların Gözü Kör Olsun!”, “Zirvedeki Şarkılar”, Yavuz & Burç Plakçılık, 1989 (Söz: Şahin Çandır, Beste: Avni Anıl)
- Acar, Kayahan, “Allah’ım, Neydi Günahım?”, “Benim Penceremden”, S Müzik, 1995
- Acar, Kayahan, “Sarı Saçlarından Sen Suçlusun”, “Yemin Ettim”, Yaşar Plakçılık, 1991
- Yürüten, Füsun, “Çakma Evrene Yanıtlar”, 2016
- Gencebay, Orhan, “Al Senin Olsun”, “Leyla ile Mecnun”, Kervan Plakçılık, 1983
- Mungan, Murathan, “Otuz Yaş”, “Murathan’95”, Metis Edebiyat, 1996
- Tarancı, Cahit Sıtkı, “Gün Eksilmesin Penceremden”, Can Yayınları, 2018
SESLENDİRME:
Yazar: Nedim Birol YÜRÜTEN – 19 Ağustos 2019
Seslendiren: Soydan POLAT
Fon Müziği: Relaxing Romantic Piano Music (anonim)
Özdemir Asaf’ın ‘Ego’ şiiri; kendi sesinden,
Erol Evgin ‘Bende mi kabahat’; kendi sesinden,
Zeki Muren ‘Ah bu şarkıların gözü kör olsun’; kendi sesinden,
Kayahan ‘Sari saçlarından sen suçlusun’; kendi sesinden,
Cahit Sıtkı Tarancı ‘Gün eksilmesin penceremden’ şiiri; Rüştü Asyalı’nın sesinden.