Ted Chiang’ın “Story of Your Life” isimli kısa romanından uyarlanan Arrival, dünya dışı yaşam istilasından korkan insanlığın içgüdüsel olarak korkularını tüm çıplaklığıyla açığa çıkaran bir yapım. Anlaşılma üstüne yaratılan korkular ile dilin yarattığı karmaşık yakınlaşma kurgusu bizleri şimdiden derin derin düşündürüyor; dünya dışı zeki yaşam formlarıyla ilk karşılaşmada neler yapacağız? Biz onlara derdimizi anlatabilecek miyiz? Veya onların dertlerini dinleyecek üst akıl enerjisine ulaşabilecek miyiz? Yönetmen Denis Villeneuve ve senaryo yazarı Eric Heisserer, aklın alabildiğine sınırsız gücüne ulaşabilen farklı iki sinema dahisi. Arrival dilbilim üstünden insanların iletişim ağını sorgulayıp, Sartre’ın varoluşçuluk felsefesinde anlatmak istediği; kendisini var edebilme duygusunu kıyasıya eleştiri yağmuruna tutuyor. Karşımızda klasik bir uzaylı istilası yok; aksine dünyada uygarlık kurmuş insan ırkının dilbilimsel isyanı beyazperdede!
Filmin dramatik anlatısına bakarsak; daha önceki bilimkurgu yapımlarından alışık olduğumuz gibi, dünyanın sıradan bir gün yaşadığı bir zamanda Louise, kızını kanserden kaybetmiş, duygusal çöküş içinde kendi acısını yaşar. Yani her şey sıradandır. İnsanlık kendi sorunları içinde boğuşup, sıkışıp kaldığı gezegeninde hayatta kalma mücadelesi verir. Bu sorunların yanında dünyanın on iki farklı bölgesine inen ve uzay gemisi olduğuna inanılan yabancı cisimlerle temas kurma görevi Louise’e ve bilim adamı Ian (Jeremy Renner)’e verilir. Dünya dışı yaşamla karşılaşmayı dilbilim üstünden çözmeye çalışan bir grup bilimadamı ve asker, daha sonra “anlaşılmayan korku” duygusu üzerinden uzay gemisine binip, dünyaya konan bu garip cisimlerin amacını anlamaya çalışır. Yönetmen Villeneuve, insanın bilinmeyen nesnelere karşı geliştirdiği refleksin kendisine çıkış yaptığı için, konudaki açmazlar bizleri merak duygusuyla beraber karşılıyor. “Az sonra ne olacak?” korkusu izleyende derin duygular oluşturduğu için filmin akıcılığında ciddi bir başarı ivmesi mevcut. İlk sahnelerde kulakları sağır eden uçak geçişleri korkumuzu perçinleyip, dünyanın ne zaman harekete geçeceğini merak ettiğimiz yerlerde filmin büyüsüne kendimizi kaptırıyoruz.
Louise’in dil çözümlemesini keşfi içinde, dünya dışı zeki yaşamın kullandığı dairesel dilin çözümündeki farklılık her karede muhteşem sekansları doğuruyor. Senarist Heisserer, zaman-boyut kavramını değiştirip, rüya-gerçek duygusundan hareketle yaşanılan her şeyi zihinlerde sıfırlayıp filme Görecelik Kuramı derinliği kazandırıyor. Uzaylıların dairesel dili, algılayış duygularının açılımını, insanların kendilerini keşiflerini ve toplumun yaşadığı acıları kabullenmesini istiyor ki filmin içinde bu harika felsefi yapıyı bizler de hissediyoruz. Karakterlerin dilin çözümüyle beraber hiçbir zaman eskiye dönemeyeceklerini algılamaları ise yine değişimin kaçınılmaz olduğu gerçeğini suratımıza çarpıyor.
Villeneuve, Arrival’a sınırsız politik görüşler katmış ve bu onun bilinçli tercihi. On iki farklı bölgedeki ülkelerin “üçüncü türle yakınlaşma” hikayesinde eski bilimkurgu filmlerinde görmediğimiz nesnellik göze çarpıyor. Yani dünyada sınırsız ABD kahramanlığı yok, her koyun kendi bacağından asılmış durumda. Dolaylı iletişimle sağlanan yakınlaşma, insan ırkının kendi çapında sıkışmışlığını kırıp, evrendeki boyutunu değiştirebiliyor. Amy Adams, Jeremy Renner, Forest Whitaker ve Michael Stuhlbarg öylesine bir bütünlükle rollerine eğilmişler ki, insan filmin uzay-zaman-dünya boyutunun dışına çıkıp ‘gerçek insan’ kavramını çözmeye çalışıyor.
1996 yılında David Twohy’nin çektiği ‘The Arrival – Evrenin Sırrı” filminin aksine, 2016 yılında çekilen Arrival’da ”insan olmak” ve “kendi sınırlarını aşmak” olgusu masaya yatırılmış. Villeneuve, filmindeki felsefi dokunuşlarla olağanüstü bir başarı yakalamış.
YORUM SAHİBİ: http://www.sinematopya.com/2016/11/arrival-gelis-2016.html