Kırpık (Yazımsama)
Siz hiç korkuluk oldunuz mu? Ben oldum. Bir süre, her sabah aynı saatte.
Sessizlikte saklı ifadeleri okumayı en çok onun gözlerinden öğrendim. Geldiği ilk sabah “Ürküyorum” dedi. Yine de birine güvenmek istediği belliydi. Şu küçücük gezegende yaşadığımız kısacık hayatımızda güven olmadan olmayacağını, yaşadığı zorlu deneyimlere rağmen diye düşünülebilir ama aslında yaşadığı zorlu deneyimlerle öğrenmişti.
Minik minik doğradığım ekmek kırıntılarını usulca balkon mermerinin üzerine bırakıp içeri girdim. Adım adım yaklaştı. Tam bir lokma almıştı ki, birden durdu.
Ekmek kırıntılarına doğru uçan diğer kuşları görmüştü. Yemeği hiç düşünmedi bile. Hemen mermeri geriye doğru adımlamaya başladı. Belli ki gücü yoktu, mücadele etmeye. Sadece geriye doğru attığı adımlardan anlaşılan bir şey değildi bu. Gözleri olanları apaçık anlatıyordu. Önceki mücadelelerin izlerini ruhunda taşıdığı kadar o narin bedeninde taşıyordu. Pek çoğumuz gibi belki de.
O mu fısıldadı bana, yoksa ben tüylerinden dolayı mı ona Kırpık adını verdim bilmiyorum. Ama görünen o ki hırpalanmıştı ve henüz iyileşmemişti yaraları. Ürkmesi ondandı. Ama uçup gitmedi de. Güvenmeyi ve kalmayı seçti.
O an, ben korkuluk oldum. O sabah ve takip eden sabahlarda Kırpık kahvaltısını ederken diğer kuşlar yakına gelmesin diye bir korkuluk misali durdum. Yemeğini tamamlayıp, suyunu içinceye kadar onu bekledim. O dönem yaşanan salgın hastalığın armağanlarından biriydi her gün onun gelişini bekleyebilecek ve ona eşlik edebilecek vaktimin olması. Hayat o dönem, bizleri güzelliklerle buluşturacak kadar yavaşlamıştı.
Her sabah aynı saatte geldi. Aynı ürkek bakışlar, aynı bekleyiş. Yemeğin ardından bazen hemen gider bazen penceremin dışında bekler, yan gözle bana bakardı. Yine aynı dilde konuşurduk. Kalplerimiz sohbete doyunca usulca uçar giderdi.
Gün geçtikçe bedenindeki yaraların iyileştiği görünüyordu. Gün geçtikçe gözleri kendinden daha emin bakar oldu. Anlaşılan ruhu da iyileşmeye başlamıştı. Bu küçücük can, yaşadıklarını nasıl geride bırakacağını çok iyi biliyordu. Tıpkı zamanı geldiğinde paylaştıklarımızı da beni de geride bırakmayı bildiği gibi.
Yine sessizce anlatmıştı gideceğini o sabah kahvaltı ederken. Hep onu seyrettim o gün, gözlerine baktım uzun uzun. Hayır gözlerinde minnet yoktu; zihinlerimizin beklediği gibi. Hüzün de yoktu. Dingindi. Gelişlerdeki doğal bir selamlaşma gibiydi hoşçakalı.
Yemeğini yedi, suyunu içti ama hemen uçmadı. Belki de beni alıştırmaktı amacı. Mermerin sonuna kadar adım adım, yavaş yavaş yürüdü. Zihnim bir kez daha oyun oynadı; dönüp bakacak mı diye düşündüm. Bakmadı. Dedim ya, o biliyordu buluşmalar kadar ayrılışların doğallığını ya da aslında hiç ayrı olunmadığını. Yürüdü, yürüdü ve mermerin sonuna geldiğinde uçtu gitti. Belki yeni evine, belki geleceğine.
Konuşmaya alıştığımız dilde, sessizlikçe uğurladım onu. Duydu. Aslında derinlerde herkes bilir; her canla aramızdaki kalpten kalbe yolu.
Özlem KAYA
İGV Yazımsama Atölyesi