İnsanlar neden yazar?
Haydi yazdılar, yazdıklarını neden paylaşırlar?
Ya sen?
Sözcüklerle aranda bir oyundur yazmak. Çoğunlukla, yaşam yolculuğunda karşılaştıklarını, gördüklerini, fark ettiklerini, kısacası deneyimlediklerini sözcüklere sığdırma çabasıdır. Bazen kimsenin görmediği ya da görmek istemediği bir şeyi görür, başkalarının fark etmediği ya da göz ardı etmek istediği bir şeyi fark edersin. “İşte orada!” diye haykırmak istersin; “Ben görüyorum, hissediyorum…”. Önce kendin duymak istersin bunu kendinden. Hiç unutmamak istersin belki de… İşte o zaman yazarsın; bazen bir dergiden koparılmış bir parça kâğıda, bazen bir kitabın satırları arasına, bazen bir duvara, bazen de kapağında çiçekler, gülen çocuklar, insanı hülyalara salan manzaralar olan ve başucundaki etajerin çekmecesinde, arkalarda sakladığın bir deftere.
Ernest Hemingway, “Amacım, gördüğüm ve hissettiğim şeyleri olabildiğince iyi ve basit bir şekilde kâğıda dökmek.” (1) dermiş. Sait Faik de hayatın olağan akışında gözden kaçan anları, yanından geçip gidilen sade insanları ve onların kanıksanmış, artık kimsenin ilgisini çekmeyen dertlerini öykülerinde tane tane anlatmış… Yalnızca öykü yazmamış; şiir dünyasında da izler bırakmış. “Kırmızı ve Yeşil”, aynı basit ama okuyanı mest eden dille kaleme aldığı şiirlerinden yalnızca biri;
Kıyısına tuz ileten rüzgârı,
balıkların yüzdüğünü duyarım.
Dinlerim yosunların konuştuğunu,
midyelerin ağladığını.
Aşkın bir kanadı vardır kırmızıdır,
delinir,
kan akar.
Bir kanadı var;
zehir yeşili… (2)
Peki ya, insanların göremediği ya da görmemeyi seçtiği, fark edemediği ya da başını çevirip yok saydığı sensen… Ya yüreğini yakan, hızlandıran, nefesini boşaltıp seni soluksuz bırakan, daha da yukarı çıkıp, boğazında bir yutkunma olan, ağzını kurutan o duygularının önemsenmediğini düşünüp isyan ediyor, ama dilinden “yanlış” sözcükler dökülmesin diye dudaklarını kapatıyorsan? Hatta Sezen’in dediği gibi, “Kalbini bir mektup gibi buruşturulup fırlatılmış, kendini kimsesiz ve erken unutulmuş hissediyorsan?” (3) O zaman, “Ben buradayım! Gülümseyen, ağlayan, sevinen, öfkelenen, mutlu, çaresiz, âşık, küskün, sevecen, her halimle, bütün duygularımla birlikte ben de buradayım!” diye haykırmak gelir içinden. O zaman, vazgeçmediğini duymak için kendinden; bir kez daha, yine yazarsın…
Sonradan buruşturup atsa bile, her gün en az bin kelime yazmayı kendine ilke edinmiş, “Bir insan aç olduğu için değil, hırsız olduğu için çalar“, “En sürekli aşk, karşılıksız aşktır” gibi bir sürü özlü sözün sahibi William Somerset Maugham “Yazmak en yüce tesellidir” (1) demiş. Ne de olsa kalemden dökülen her bir sözcük, okuyucu kadar biraz da yazarına seslenip, onu avutmaz mı? Orhan Veli’nin, anlaşılmamayı anlatabildiği “Anlatamıyorum (Moro Romantico)” şiirini muhakkak biliyorsundur;
Ağlasam sesimi duyar mısınız
Mısralarımda?
Dokunabilir misiniz
Gözyaşlarıma, ellerinizle?
Bilmezdim şarkıların bu kadar güzel,
Kelimelerinse kifayetsiz olduğunu
Bu derde düşmeden önce.
Bir yer var, biliyorum;
Her şeyi söylemek mümkün;
Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum.
Anlatamıyorum… (4)
Yazmak konusunda en beğendiğim söz, “Muhteşem Gatsby” kitabının yazarı Scott Fitzgerald’dan; “Bir şey söylemek için değil, söyleyecek bir şeyin olduğu için yazarsın.“(1) Elbette iç dünyanı, hayata bakışını, birikimlerini yansıtırsın yazdıklarında. “Disk Dünya”, “İnsanlığı Yalnızca Sen Kurtarabilirsin” gibi fantastik komedi romanlarında kahramanlarını ve okuyucusunu hayal dünyalarında dolaştıran “Sir” Terry Pratchett yaşamdan keyif alan biriymiş; hep haşarı, yerinde duramayan bir çocuk olarak kalmış, son anına kadar yaşama sevincini, umudunu ve neşesini kaybetmemiş. “Yazmak, tek başınıza yapabileceğiniz en eğlenceli şeydir.” (1) dermiş. Oysa, okuyamayıp yarım bıraktığım az sayıda kitaptan biri olan “Vampirle Görüşme” gibi karanlık romanların tanınmış yazarı Anne Rice hayata o kadar gülümseyerek bakmıyor. Seksenine yaklaşan Rice “Yazarlar aklına takılanları, takıntılı oldukları şeyleri yazarlar. Ben annemi 14 yaşımdayken kaybettim. Kızım 6 yaşındayken öldü. Bir Katolik olarak inancımı yitirdim. Ben yazarken, o karanlık hep orada. Acı neredeyse, ben oraya gidiyorum.“(1) demiş.
İnsanı yazmaya daha çok acı, mutsuzluk, yoksunluk ve umutsuzluğun “kışkırttığı” söyleniyor. Bence, yazacaksan hem kendine, hem okuyana umut veren, “Oh elime sağlık; ağzımdan da bal damlıyor” diyeceğin yazılar yaz. Bak Nazım Hikmet de, kim bilir kaçıncı hapsinde kaleme aldığı “Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri” içinde, en sıkıntılı anda bile güzel şeyler kaleme almanın gerektiğini söylüyor;
Ne güzel şey hatırlamak seni:
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti…
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti:
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir karanlık…
Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek:
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya… (5)
Bir ara, sanat sanat içindir-toplum içindir tartışması vardı. (Aslında boşuna tartışıyorlardı; çünkü her şey gibi, sanat da senin için…) Toplum içindir diyenler, eserlerinde illa bir mesaj vermek için çatlardı. Sanat içindir diyenler ise, renklerin uyumu, kelimelerin şiiri falan diyerek, topluma beğendirme kaygısı olmadan, sanat ile iç içe olmak adına, sonradan “anlaşılmıyor” dedikleri yapıtlar üzerinde çalışırdı. “Tiffany’de Kahvaltı” romanının yazarı Truman Capote “Benim için yazmanın en güzel zevki, yazının ne hakkında olduğu değil, kelimelerin kendi içindeki müzikleridir.” (1) demiş. Özdemir Asaf da “Ultra” şiirinde, sözcüklerin müziğini arayışını şöyle anlatmış;
Bir kelimeye
Bin anlam yüklediğim zaman
Sana sesleneceğim. (6)
Yazmanın özgürlük getirip getirmediğini ya da yazabilmek için özgür hissetmenin gerekip gerekmediğini bilmem! Ama yine de, yazarken gerçekten özgür olabileceğimize inanmıyorum. Bütün ruhunla, seni ve yazdıklarını beğenmesini arzuladığın o okuyucunun bile bilmesini istemediğin duygular da vardır; kendinde beğenmediğin, herkesten sakladığın taraflarını bütün çıplaklığıyla okuyucunla paylaşmayı göze alabilir misin? Seni bilmem, ama ben, kendine acıyan ya da bir marifetmiş gibi kendi çirkinliklerinin dedikodusunu yapan yazarlara pek kulak asmam. Öte yandan hatalarını, pişmanlıklarını fark edip bunu, bulunan yeni “doğruyu” da göstererek, büyük bir içtenlikle itiraf etmenin, yiğitlik ve daha yüksek bir insan boyutuna geçiş olduğunu da kabul ederim. Yine de en çok, “sevilmek için” yazdığımızı da kabul edelim! Edebiyatta elli yılı deviren Selim İleri bir söyleşide, üslubunu şekillendiren etmenleri tarif ederken şöyle demiş; “Bunu iki şey için yapıyorum. Herhangi bir insanın kalbini kırmaktan çok korkarım. Ayrıca çevremdeki insanların beni sevmesini çok isterim.” (7) Bak; Turgut Uyar da “Umuttur” şiirinde sevgi beklentisini açık açık söylemiş;
Sev beni, alış bana
Kimse ürkütemez bağlandığımız güzelliğin utkusunu
Sev beni, bir dağ gölgesi kadar sev
Şimdilik bırak musluğun sızmasını, damın akmasını
Bir tırnak gibi büyü, domuz bir tırnak gibi
Zorlayarak her bir yanı
Çünkü biraz sonra umut başlar her günkü, başlar. (8)
Dünyaya yalnızca gözlem yapmaya gelmediğini gördüğünde ve hissettiklerini, kadife kutularda kıskançlıkla gözlerden uzak tutulan – aslına bakarsan değersiz – mücevherler gibi kendine saklamadan anlatman, bir şeyler söylemen gerektiğini anladığında; yazarsın. “Bu âlemi bırakıp gitmek ve bir daha dönmemecesine özgürleşebilmek çok kolay olurdu, söylenmesi gereken her şey söylenmiş, yazılmış, anlatılabilmiş olsaydı eğer… Belki de budur, bizi daha çok yazmaya, anlatmaya koşturan… Ötesinde ise, bir söz, bir akit vardır, bir enerjinin güneşi olup da yayılması için verilen… Söz olur, ses olur, varlık bulur, güneş gibi yayarsın onu…“ (9)
Gün olur söz’olur yazılırsın deftere,
Görünür olursun herkese.
Gün olur defter olur,
Görünmez olursun,
ne göz’lere ne de söz’lere… (10)
Peki, ben niçin yazıyorum? Neden sana yazıyorum? Aslında nedenini biliyorsun! Çünkü hep söylüyorum; “Aşk varsa, yazılacak çok şey var”. Umarım, söyleyecek sözüm bitmez…
Nedim Birol YÜRÜTEN
Bozburun, Eylül 2019
ALINTILAR:
- Atlas, Derya, “İnsan Neden Yazar?”, Sabit Fikir, 03.01.2013, http://www.sabitfikir.com/haber/insan-neden-yazar
- Abasıyanık, Sait Faik, “Kırmızı ve Yeşil”, “Şimdi Sevişme Vakti”, Bilgi Yayınevi, 1997 (1 Nisan 1954 tarihli bu şiirin farklı bir metni, 16 Mayıs 1954 tarihli Vatan gazetesinin sanat sayfasında şöyle yayımlanmış;
-
- Kıyıma tuz getiren rüzgârı
Balıkların yüzdüğünü duyarım
Duyarım yosunların konuştuğunu
Midyelerin ağladığını
Aşkın bir kanadı var kırmızıdır.
Deniz
Kan akar
Bir kanadı var,
Zehir yeşili)
- Kıyıma tuz getiren rüzgârı
-
- Aksu, Sezen, “Masum Değiliz”, “Deli Kızın Türküsü”, Tempa & Foneks, 1993 (Şarkıda Andrew Lloyd Webber’in “Operadaki Hayalet” eserinden “esintiler” işittiğimde yadırgamıştım. Webber’in de o eserde Pink Floyd’un “Echoes” şarkısından “esinlendiğini” öğrenince ipin ucunu bıraktım!)
- Kanık, Orhan Veli, “Anlatamıyorum”, “Bütün Şiirleri”, Bilgi Yayınevi, 1981
- Ran, Nazım Hikmet, “Piraye İçin Yazılmış Saat 21-22 Şiirleri”, De Yayınevi, 1965
- Asaf, Özdemir, “Ultra”, “Sen Bana Bakma, Ben Senin Baktığın Yönde Olurum – Kendi Sesinden Şiirler”,Yapı Kredi Yayınları, 2012 (Bu kitap ve yanındaki CD kaçırılmaz!)
- İleri, Selim, “Sevilmek İçin Yazıyorum”, Yeni Şafak, 09.12.2012, http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/sevilmek-icin-yaziyorum-433610
- Uyar, Turgut, “Umuttur”, “Büyük Saat”, Yapı Kredi Yayınları, 2019
- Yürüten, Füsun, “Çakma Evrene Yanıtlar”, 2016
- Kaya, Memet Ali, “Gönülden Dökülenler”, Eylül 2019