“İnsan, zihninde yarattığı sınırları kaldırmadan gerçekleri göremez, anlayamaz.”
Mualla Sevim Güven

Yaşamımızda önemli bir dönüşüm yaratmak ve yeni bir bilinç seviyesini inşa etmeye başlayabilmek için öncelikle yapılması uygun olan, eski bilincin farkına varmak ve onun üzerimizdeki tesirlerinden, bir anlamda bağımlılıklarından özgürleşmektir.

Eckhart Tolle, “uyanış, ne olmadığını bilmekle başlar” der. ‘Uyanmamış beni tanımak’ onun doğasını, yapısını bilmek, bizi onun kontrolünden özgürleştirir. Bu farkındalık aslında uyanış sürecinin önemli bir eylemidir. Fark ediş ile düşünce zihinden ayrılır ve bilincin ışığı yanmaya başlar (1).

Şu an dünyada yoğun bir şekilde gözlemlenen şey, en basit tanımıyla insanın kendisini zihni ile özdeşleştirmesi ve ‘kurguladığı benlik imajı’na kendisini adeta hapsetmesidir. Dr. Joe Dispenza içinde yaşadığımız süreçten özgürleşme yolunda; “dünyada vazgeçebileceğimiz en büyük alışkanlık; kendi olma alışkanlığımızdır” diyerek güzel bir öneride bulunur (2).



Gerçekten de kendi olma alışkanlığının kırılması ve bunun nasıl olabileceğine dair bir farkındalık oluşturması şu an insanlığın en çok ihtiyacı olan deneyimlerin başında gelir.

Biz biliyoruz ki; nerede bir alışkanlık var ise orada bir konfor alanı bulunur. Yine biliyoruz ki, bir konfor alanını terk etmek kolay değildir, bizleri rahatsız eder, huzursuzluk verir. Bu noktada dönüşüm sürecinin devamlılığını sağlayabilmek için; cesaret ile adım atmak, niyetimizi her daim diri tutmak, yüksek farkındalık ile odaklanıp irade göstermek çok kıymetlidir.

 

NÖROKUANTOLOJİ

Yeni bir bilincin inşasından önce, zihinsel süreçlerin çözülmesinden bahsederken yeni bir bilim alanı olan nörokuantolojinin bu konudaki yaklaşımından bahsetmek faydalı olabilir. Bu konunun öncülerinden olan Prof. Dr. Sultan Tarlacı, nörokuantolojinin elimizdeki klasik fizikle anlamakta zorluk çektiğimiz bilinç, bilincin birliği, bellek, zihin içeriği kavramlarına, farklı bilinç durumlarına, içimizdeki “ben” duygusuna, parapsikolojik fenomenlerine ve hatta ölümden sonra bilincimize/düşüncelerimize ne olacağına bir açıklama getirilebilineceğini söylemektedir (3).

Nörokuantoloji bize artık beyinde temel işlev gören birimin sinir hücreleri (nöronlar) olmadığını, nöronların makroskopik bir sistemde kaldığını ve onun daha derinlerinde işleyen ve adına ‘Mikroskobik Kuantum Sistemi’ denen mikroskobik bir sistemin varlığından söz eder.

Hepimizin bildiği gibi beynimizde bir elektrokimyasal akım vardır. Sürekli devam eden sinir hücrelerinin ateşlemesi ve birbirleri ile bağlanması ve aynı zamanda iyonların sinir hücresi zarından içeri ve dışarı doğru hareketleri eşzamanlı bir manyetik alanın oluşmasını da sağlar.

1970’li yıllarda yazmış olduğu ardışık makalelerle Kuantum Alan Teorisi (QFT- Quantum Field Theory) ile beyin işleyişini ilk kez ilişkilendiren Hiroomi Umezowa isimli bir Japon bilim insanıdır. Umezawa’ya göre, beyin dokusunun temel yapısını sinir hücreleri değil, kortikonlar oluşturur ve beynimizde QFT ile ilişki olan iki önemli işlev vardır: bellek ve bilinç (4).

Bilincin Elektromanyetik Alan (EMA) Teorisi

Bilinci anlamak için uzun yıllar, sinir hücresi ateşlemesi ve ‘sinaptik’ ileti üzerine çalışılmış ancak elektrik akımının olduğu her yerde oluşan EMA göz ardı edilmiştir. Einstein’ın denklemine göre madde ve enerji birbirinin farklı türleridir. Herhangi bir ön kabulle bilinci, sinir hücreleri arasındaki veya içindeki EMA’dan ziyade, madde kaynaklı kabul etmemiz için hiçbir gerekçe yoktur. Sinir hücrelerindeki bilgi işleme dijital, ayrık ve uzaysal olarak yerleşiktir. Oysa EMA bütüncüldür ve bu yönüyle de bilincin özelliklerini taşır. Bu nedenle beyinde oluşan EMA’nın bilinç olduğu iddia edilir. Bu bakış açısı doğru kabul edilerek bazı savlar öne sürülmüştür (McFadden, 2002; 2002; 2007) (4).

Bu nedenle kanımca, beynin işleyişi, zihnin oluşum ve çözünmesi süreçlerine, daha derin bir düzey olan atom-altı parçacıklar boyutundan da bakarak sorgulamakta fayda bulunmaktadır.

 

ELEKTROMANYETİK İMZA

İçinde bulunduğumuz fiziksel evrende her şey aslında elektron gibi atom-altı partiküllerden oluşmaktadır. Bu partiküller doğaları gereği gözlemlenmedikleri sürece dalga şeklinde var olurlar. Gözlemlenene kadar potansiyel olarak ‘her şey’ ve ’hiçbir şey‘dirler. Bizler bilinçlerimiz ve zihinlerimiz vasıtasıyla bir ‘gözlemci etkisi’ yaratarak, sonsuz potansiyel olasılıklarını kendi gerçekliğimize çökertiriz. Yani atom-altı partiküllerde dalgacık formundan parçacık formuna geçişi sağlarız. Düşünce ve duygularımız elektromanyetik sinyalimizi kuantum alanına yayarlar. Düşünceler buradaki elektrik yükler, duygular ise manyetik yükler olarak tarif edilebilir. Düşünceler alana elektrik sinyali gönderir, duygular manyetik olarak olayları tekrar bize çeker. Birlikte ne düşündüğümüz ve ne hissettiğimiz bir ‘Var Olma Hali’ oluşturur. Çevremizdeki her atomu etkileyerek bir elektromanyetik imza ile aslında kendi olma alışkanlığımızı yaratırız (2).

 

ELEKTROMANYETİK İMZAYI NASIL YARATIRIZ?

Nörobilimden biliyoruz ki; zihnin bir tanımı ‘eylem halindeki beyin’ dir. Her gün hayatımızı benzer şekilde yaşayıp duyumsayarak (düşünce/duygu/davranış/duyusal algılar) aynı nöral kalıpların ateşlenmesini sağlarız. Buna ‘Hebb Kanunu’ denmektedir. Birlikte ateşlenen nöronlar birlikte bağlanır ve bir süre sonra bu bağlantılar o kadar güçlenir ki, oluşması hem kolaylaşır hem de doğallaşır. Buna ‘nöral bağımlılık’ denir. Nöronlar ne kadar yoğun birlikte ateşlenirse, o kadar yüksek statik aktivite yaratırlar. Bu da; alışkanlık, etki-tepki, bağımlılıklarımızı oluşturur. Zaman içinde otomatikleşir ve bilinçdışı alanın kontrolüne bırakılır. Sonuçta an be an, aynı zihin yapısını üretmek bizim için doğallaşır ve kolaylaşır.  Yaşamdaki koşullara aynı zamanda nörokimyasal olarak da bağımlı hale geliriz. Bedenimizde aynı kimyasallar sürekli salınmaya başlar.

Biliyoruz ki düşünce ve duygu bir paranın iki yüzü gibidir. Zihnimizden bir düşünce geçerken, bedenimizde de bir kimyasal reaksiyon gelişir ve eşzamanlı olarak düşüncenin bedendeki yansıması olan bir de duygu deneyimleriz. Bu masum tepki döngüsü önce beynimizin, sonra da zihnimizin bizim dış dünyamız olarak tanımladığımız gerçekliğimizin daha da pekişmesini sağlar. Zaman içinde ‘kutuda’ düşünmeye başlarız, çünkü beynimiz belirli bir zihinsel imza (mindset-zihniyet) yaratan kısıtlı bir devre dizisini ateşler. Bu imzaya ‘kişilik’ adını veririz. Otuzlu yaşlarda bu devrelerin %95’i oluşur ve yaşla beraber kemikleşir (2).

Bir örnek vermek gerekirse; her sabah aynı manzaraya gözlerimizi açıp, aynı terlikleri giyip aynı lavaboda yüz yıkayıp aynaya bakıyor, aynı insanlara ‘günaydın’ diyor, bir gün önceki ile aynı (%80) düşünceleri zihnimizden geçiriyor olabiliriz ve süreç bu şekilde devam eder. Benzer deneyimlerle birlikte aynı zihin seviyesini üretiriz. Beynimiz çevremize denk olduğunda her sabah duyularımızla aynı gerçekliğe bağlanır ve aynı bilinç akışını başlatırız. İçsel zihin ve dış dünyanın iki gerçekliği neredeyse ayrılmaz görünür.

Yıllar içinde belirli düşünce, duygu, tepki ve davranış kalıpları tekrarlandıkça otomatik bilinçaltı programlarımız oluşur. Beden bilinçli zihinden daha iyi hatırlamaya başladığında beden zihin olur yani alışkanlıklarımız oluşur. Alışkanlığa bağlı yaşar, Ne düşündüğümüzün, yaptığımızın ya da hissettiğimizin farkında olmayız. Bilinçdışında hareket ederiz. Ortalama 30’lu yaşlarda kişiliğin %95’ini yaratan bu kalıplar tamamlanır ve %5’lik bilinçli zihin bu süreçlerle mücadeleye başlar.  Bilinçli olan %5, bilinçdışında otomatik programlar çalıştıran %95’e karşı geldiğinde, %95 öyle tepkisel yaklaşır ki otomatik programı tekrar devreye sokmak için tek bir düşünce ya da dış çevreden gelen tek bir uyarıcı yeterli olur (2).

 

DÜŞÜNCE NASIL DENEYİM YARATIR?

Ne zaman aklımıza bir düşünce gelse eşzamanlı olarak beyinde bir biyokimyasal reaksiyon olur, bir kimyasal üretiriz. Beyin, bedene düşüncenin habercileri olarak görev yapan belirli kimyasallar (nörotransmitterler, nöropeptidler, hormonlar) gönderir. Beden bunları alır ve düşünce ile uyumlu bir reaksiyon başlatır. Beyin ve beden arasında an be an gerçekleşen belirli bir eşzamanlılık vardır, düşündüğümüz gibi hissettiğimizde hissettiğimiz gibi de düşünürüz ve belirli düşünceler belirli hormonları ve duyguları yaratır. Tüm bunlar ezberlenmiş bir “biyokimyasal olma hali” yaratır. Tecrübelerin nihai çıktısı duygulardır ve bu çıktının da bir kimyası vardır. Duygular işbaşındaki enerjidir ve insanların iletişim ve etkileşiminde çok değerlidir. 

Yıllar içinde benzer duygulanımların deneyimlenmesiyle, duygularımız düşüncelerimizi kontrol etmeye ve bedenimiz zihnimizi yönetmeye başlar; ‘kimyasal biz’ gelişir ve ‘beden zihin’ oluşur. Beden bilinçaltı zihne dönüşür. Zihin hala kontrolde olduğunu düşünebilir, ama beden ezberlenen duygulara paralel olarak kararları etkilemektedir. Gösteriyi beden yönettiğinde; örneğin bir telefon numarasını bilinçli hatırlayamaz iken, elimize telefonu aldığımızda parmaklarımız otomatik tuşlayabilir konuma gelir. Kendimize dair tanımlar geliştiririz, örneğin; “her zaman tembel birisi olmuşumdur, çok sabırsızımdır, çabuk öfkelenirim” deriz. Beden nasıl bazı maddelere bağımlı olabiliyorsa suçluluk/öfke/alınganlık vs gibi duygu kalıplarına da bağımlı olabilir (düşünce-duygu-hormon üçgeni birlikteliği). Pozitif düşünce, tek başına, bilinçdışında kayıtlı negatif duyguların üstesinden gelemez. Biz “mutlu olmak istiyoruz” deriz ama beden çok kolay bir şekilde kendini suçlu hissediyorsa biz neşelenmeye karar versek bile neşeli olamayız. Uzun yıllar devam eden aynı düşünce ve duygu kalıpları otomatikleşen bir “biyokimyasal olma hali” yaratmıştır bedenimizde ve bu tanıdık duygulara kimyasal bağımlı hale geliriz. Örneğin; anlamlı bir gerekçe yok iken kendimizi suçlu hissedebilmek ya da öfkelenmek bizim için çok kolaydır. Yakınlarımız bizi anlatabilmek için “o çok asabidir, her şeye parlar” gibi tanımlar kullanırlar. Biz ne kadar sakin biri olmaya çabalasak bile, bağımlılığı içinde olduğumuz duygu kalıpları nedeniyle kolaylıkla öfkeli bir kişi haline dönüşebiliriz. Beden ve zihin savaş halindeyken, yani ters yönlerde giderken değişim gerçekleşemez. Bu noktada asla içsel çevremizden büyük düşünemeyiz (2).

“Duygu ve hisler geçmiş tecrübelerin kimyasal bağlantılarıdır. Hissettiğimizden büyük düşünemezsek aynı duyguyu yaratırız. Yani aynı geçmişten daha çok yaratırız.” Dr Joe Dispenza

 

KENDİ OLMA ALIŞKANLIĞINI KIRMAK – ÇÖZÜNEN ZİHİN

Klasik, günlük kendi olma alışkanlığımızı kırabilmek için büyük üçlüyü aşmamız gereklidir.

1. Çevreyi Aşmak: Her sabah aynı hayata uyansak bile yaşamdaki koşullarımızdan bağımsızlaşmak
2. Bedeni Aşmak: Ezberlenmiş kayıtlı duygu bağımlılıklarımızdan ve “kimyasal biz” den bağımsızlaşmak
3. Zamanı Aşmak: Geçmiş ve gelecek baskısından özgürleşmek

Yani yaşamın koşullarından büyük düşünmek, bedenin ezber duygularından bağımsız olarak şimdi burada var olmak demektir. Yani ‘AKIŞTA OLMAK’ tır. ‘Hiç kimse’ olarak yaşamaktır (2).

 “Kuantum alanının kapısından birisi olarak girilmez, ancak “hiç kimse” olarak girilir.” Dr Joe Dispenza

 

ÇÖZÜNEN ZİHİN’DEN GÖZLEMLEYEN ZİHNE GEÇİŞ

Zihinsel süreçlerin çözünmesine ve kendimizi dönüştürebilmemize dair tahmin edersiniz ki pek çok farklı yol ve söylem olabilir. Kadim öğretilerin tamamı, filozoflar, bilge insanlar tarih boyunca bu sürece dair işaretler vermişlerdir. Bilimsel manada ise bu çözünmeyi sağlayabilecek yaratıcı sürecin başında beynimizin ön alın bölgesinde var olan ve Santral Sinir Sistemimiz’ in en gelişkin bölümü kabul edilen (bir anlamda CEO’su)  ön lobumuz (prefrontal kortex) gelmektedir. Ön lob dikkat, farkındalık, irade, karar, empati, özgözlem ve özdenetimin merkezidir. 3 temel işlevi vardır:

1. Üstbiliş: Zihnin bedenin istenmeyen evrelerini engellemek için kendinin farkında olmasını sağlama halidir (kendi düşünce-duygu-davranışlarını gözlemleme), bir anlamda ‘kendimizi bilmeye’ başladığımız yer burasıdır. Yeni bir kişilik istiyor isek mevcut kişiliği gözlemleyerek başlamamız gerekir. Zihin ve bedenin bilinçdışı evrelerini anlamak/ gözlemlemek; bir irade, niyet ve yüksek farkındalık hareketi gerektirir. Bu konuda farkındalığımız ve dikkatimiz ne kadar yüksek olursa bir o kadar bilinçli oluruz, gittikçe farkındalığımız artar, eski nöral ağlar ateşlenmekten özgürleşmeye başlar (buna nörolojik olarak budama denir) Böylece yeni ağlar örülmeye başlanabilir (filizlenme). Bu noktada artık sadece “yapan” değil, “yapan + gözlemleyen” olmaya başlamışızdır. Bu “şimdi burada var olma” deneyimine alan açmaya başlar, kendimizi yaşadığımız deneyime (düşünce ve duygu fırtınalarına) hapsetmekten özgürleşir ve olayla olay olmaktan bağımsızlaşmaya başlarız. İşte bu noktada klasik elektromanyetik imzamız çözülmeye başlar.

2. Yeni olma hallerini düşünmek için zihin yaratmak: Eski ağlar budanırken yenilerini oluşturmak da ön lobun görevidir. Bu yaratım için derin düşünce ve merak

3. Düşünceyi her şeyden gerçek yapmak: Zaman, çevre ve mekândan bağımsız bir yaratım demektir. Bunun için ‘an deneyimi’ gerekir, klasik kimyayı yani geleneksel elektromanyetik imzayı siler.

 

DÜŞÜNMEKTEN OLMAYA

Kısa süreli farklı düşüncelerimiz ve hislerimiz zaman gerçekliğimizi değiştiremez. Yeniyi inşa etmek için tutarlı sinyaller yaratmalıyız. Bir başka deyişle;

1. Derinleşerek zihinden kalbe inip kalbimizi açmalıyız. Kalp kökenli, kutupluluk yaratmayan yüksek frekanslı duygular olan minnet, şükran, şefkat, sevgi titreşimleri ile senkron yeni düş’ünceler ilham alınması gerekir.

2. Aynı zamanda 3 beyin de devrede, senkron ve koordine bir şekilde çalışıyor olmalıdır. Çünkü neokortex-düşünce anteni, limbik sistem-duygu yaratımı, sürüngen beyin eylem/tecrübe yaratma sağlar.

Yeni bilincin tasarım ve inşa sürecinde aslında senkronize bir şekilde işleyen iki süreç vardır.

  • Dışarıdan içeriye doğru olan, zihinsel süreçlerimizin çözünmesine hizmet eden farkındalık, irade, emek ve çabamız ile giden bir süreç iken,
  • İçeriden dışarıya doğru gerçekleşen ise Öz’sel varlığımızdan gelen ilhamları, düşleri alabilmemize alan açan bir süreçtir.

Bu noktada Şems-i Tebrizi’nin Mevlâna Celaleddin Rumi’ye söylediği şu sözü hatırlayabiliriz:

“Hakikate ulaşmanın iki yolu vardır. Birinci yol, ‘hakikate ulaşmak için engelleri aşmaktır’ ve bu yol çok kişinin seçtiği yoldur. İkinci yol ise ‘engelleri aşmak için Hakikate sarılmaktır’ ve bu yol çok az insana nasip olur.” Şems-i Tebrizi

 

ZİHİN TOPLUM ETKİLEŞİMİ

İnsan dünyaya geldiğinde, beyninin ancak %25’i gelişimini tamamlamıştır. Geri kalan %75 ise insanın diğer her şeyle kurduğu ilişkinin gücüyle ve yaşadığı deneyimlerle şekillenir (5). Bir anlamda insan beyni sadece biyolojik değil, doğası gereği toplumsaldır, yani sosyal ve kültüreldir.

Kültürel nörobilimde beynin çift yönlü dinamik bir doğa-kültür ilişkisi (%75) olduğunu ve hibrit bir bileşim olduğunu anlatmak için ‘KÜLTÜRLENMİŞ BEYİN’ tanımı kullanılır (6). İnsan zihni, beyni ve ilişkileri kullanarak kendi kendisini örgütler ve yaratır (5). Bireysel yaratılan zihniyet, düşünce ve davranışlarımız için bir referans zemini oluşturur ve onlarla anlam kazanır. Kültürel normlar ise hem davranış hem de düşüncelerimizin çerçevesini çizmeye başlar. Etyen Mahçupyan, zihniyetin insan topluluklarının, kurumların ve kültürlerin kaderi olduğunu söyler. İnsanın kurtuluşu doğasına uygun, yani uzun vadede homeostasise (dengeleşim) hizmet eden bir zihniyeti gerektirir. Nasıl ısı, nem, oksijen gibi homeostatik fiziksel değerleri arıyorsak; sevgi, şefkat, ilgi, farkındalık, sorumluluk gibi homeostatik kültürel değerlerin de sürdürülmesine muhtaç olduğumuzu dile getirir (7).

 

YENİ KENDİNDEN YANSIMALAR

“Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu; onu yaratmaktır.” Peter F. Drucker

 Geleceğin inşasında her şeyin bilinç ile başladığının farkındayız. Farkındalıklı, bilinçli bir bireyin birbirine senkron yüksek düş’ünce ve duyguları, bunlardan doğan davranışları, çevresinde kurduğu tüm iletişimlere ve bu iletişimlerden doğan ilişkilere yansır. Bu ilişki ve bağlar sayesinde içinde bulunduğumuz toplumsal kültürü besler ve bu kültürden beslenerek derin bir etkileşim içine gireriz. Bu sayede ortak değerler ve buna uygun bir sosyal yapı oluşur. Bu sosyal yapı bir süre sonra kendine uygun bir sistem ve bu sisteme uygun kurum ve kuruluşlar yaratır. Ancak bir süre sonra, tıpkı bireydeki gibi toplum da yarattığı sistemle kollektif ‘elektromanyetik imzasının’ ve kültürel anlamda ‘salt kendi olma alışkanlığının’ içinde hapsolmaya başlar. Bir dönem değer katan sosyal yapı-sistem-kurum ve kuruluşlar artık yeni oluşan ve bu yöndeki gelişime kapalı olan bir hapishaneye dönüşür.

Kendi ‘elektromanyetik imzasından’ ve ‘salt kendi olma alışkanlığından’ bağımsızlaşmış özgür bir birey ‘bireysel gelişimin, salt bireysel olmayıp etkisinin toplumsal olduğunun’ farkındadır. Bilinci yükselmiş varlıklar, içinde bulundukları topluma, bütüne karşı kendini sorumlu hisseden varlıklardır. Dolayısıyla birey bu farkındalıkla, içinde bulunduğu bilinç-sistem (kısır veya geliştiren) döngüsünün yeni bir toplumsal anlayışa ve yaklaşıma dönüşebilmesi için çalışır. Nitekim tarih boyunca kadim bilgeler; etkisini ve katma değerini yitirmiş düşünce, duygu, davranış ve bunların yarattığı bireysel ve toplumsal koşulların dışından bakıp farklı, özgün ve daha büyük düşleyerek yeni olanı hayata dönüştürmenin ne kadar önemli olduğunu her daim bizlere hatırlatmışlardır. Var olanı iyileştirmek veya tamamen dönüştürmek üzere şimdi-burada, yeni ol’an’ı hissetme, anlama ve buna yaraşır uygun bir bilinç ve sistemin tasarlayıp inşaa edilme zamanı…

Bütün ilerlemeler, insan fikrinin eseridir. Fikri harekete geçirmek, birinci işimiz olmalıdır. Bir kere millet benliğine hakim olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu hatayı düzeltebilir. Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş düzene girer ve düzelir. Fikrin serbest hareketi ise, ancak bireyin düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü girişimde bulunmak serbestisine sahip olmakla mümkündür.
Mustafa Kemal ATATÜRK

 


Bilgelik Güneşi Derneği ve İnsanlık Güneşi Vakfı Seminer Programı
Doç. Dr. Fatmagül YILMAZ ÇINAR
20 Nisan 2022, Ankara

 

Kaynaklar:

  1. Şimdinin Gücü – Echart Tolle
  2. Kendiniz Olma Alışkanlığını Kırmak – Joe Dispenza
  3. Kuantum Beyin: Bilinç-Beyin Sorununa Yeni Bilimsel Yaklaşım-Sultan Tarlacı
  4. Kuantum Alan Teorisi ve Bilinç- Sultan Tarlacı. NeuroQuantology 2005, 3, sy: 228-245
  5. The Developing Mind: How relations and brain interact to shape who we are? – Daniel J. Siegel, MD
  6. The Encultured Brain: an introduction of neuroantropology- Daniel H. Lende, Greg Downey,2012
  7. İnsanı Anlamak- Etyen Mahçupyan

Bir Yorum

  1. Taner ÖZEL

    Hem bilimsel, hem manevi yorumlarla desteklenmiş, yeni kavramlar içeren, ufuk açıcı, etklili bir makale gönlüne, emeğine sağlık.

Yorum yazabilirsiniz

Yazar hakkında: Fatmagül Yılmaz ÇINAR

Fatmagül Yılmaz ÇINAR
Yolculuk Başladı
Sevgili İnsan